ÖYKÜLER

Rıza

Bizim mahallenin bütün evleri birbirine benzer; tek katlı, sıvaları dökülmüş, ayakta durabilmek için birbirinden güç alan yorgun evler. Hepsinde de ayaklarını sürüyerek yürüyen, düşük omuzlu ve mutsuz insanlar yaşar. İnsanlar yaşar dedimse, çocuklar bu tanımın dışındadır elbet. Mahallenin çocukları doyasıya yaşarlar çocukluklarını, sevgi ile beslerler köpeklerini. Köpekler sonuna kadar mahallelidir yani. Sonra her evin önünde, evin bekçisi gibi dikilen dut ağaçlarımız vardır. Gerçi mahalleliler kadar yorgun ve hayata yenilmiş belediye işçileri tarafından hunharca budanırlar her yıl. Öyle bir budanırlar ki ağaçların aynaya bakma âdeti olsa eminim ilk bakışta kendileri bile çıkaramazlar ne ağacı olduklarını. Ama olsun biz biliriz onların dut olduğunu, yetmez mi?

Mahallenin sol tarafındaki baştan dördüncü ev Rızaların evidir. Diğer evler gibi yarı sıvası dökülmüş, boası zaten hiç olmamış bir virane… Omzunun birini Fethi Emmilere öbürünü Neriman Teyzelere yaslamış bir gariban işte. Tek kanatlı tahta kapısından, kimseyi yorup üzmemek için yeşil naylondan bir parça ip sarkar. O gelenler kapıda beklemeden içeriye girsin diye ev sahipleri tarafından mahalleliye uzatılmış bir eldir aslında. Ve ev halkını her gelene kapı açma zahmetinden kurtaran bir yardım meleğidir.

İpi çekip kapıyı açtığınızda, paslı menteşelerin inleyen nağmeleri buyur eder sizi. Kapının karşısında bir tabur asker gibi odunları görürsünüz önce. İntizam içinde, boy sırasına girmiş odunlar elbette Rızanın eseridir. Hemen yandaki kasalardan inşa edilmiş kuleler ise Rızanın hatta mahallenin tüm çocuklarının hazine sandığıdır. İçinde sokaktan toplanmış her türlü ıvır zıvırı barındırır ve gerçekten hazine kıymetindedir.

Evin tuvaletini öğretmen cezaya bırakmış sanırsınız. Eve öyle uzak, kapısı arkada, hacet görmeye gelenleri bekler. Tuvaletin yanındaki mutfağın kapısı hayata açılır. Rızanın anası Saniye Teyzenin bir vakitler çiçekli basmadan diktiği örtülerle süslenmiş iki divan ve içi saman dolu kıtık yastıklar hayatın tüm malvarlığıdır. Tek basamakla avludan ayrılan hayat aslında evin anlamıdır. İşten yorgun gelen asık suratlı Hamit Emminin ilk soluklandığı, elindeki torbaları bıraktığı yerdir. Rıza ile kardeşi Selime’nin hatta mahallenin bütün çocuklarının oyun odasıdır.

Ve elbet Rıza… Çocuk olmanın en güzel hali, masum, kıpır kıpır, gözleri gülen Rıza. Delik pabuçlarını, tek göz evlerini dert etmeyen Rızanın, gülünce gözlerinden yüreği görünürdü sanki.

En hızlı Rıza koşardı aramızda, ağaçlara kimse onun gibi tırmanamazdı. Birimiz düşsek önce Rıza uzatırdı elini. Sağlam çocuktu, dostunu yarı yolda bırakmazdı. Sana yağlı ekmeğinin yarısını mutlaka köpeklere verirdi. Çok severdi onları. Evlerinin avlusundaki hazine sandığından topladığı bir yanı kırık tabakları, vita kutularını çıkarır, köpeklere su kabı yapardı. Sanki köpekler okuma bilirmiş gibi bulduğu kiremit parçaları ile kapların üzerine köpeklerin adını yazar, herkesin alay etmesine aldırmaz onları çiçekler çizerek süslerdi. Ertesi gün mahallenin kadınlarının kapı önlerini süpürürken söylene söylene Rızanın özenle hazırladığı kapları çöpe atmasına gücenmez, onlar içeri girer girmez sadık dostları için yeniden kaplar hazırlar onları asla susuz bırakmazdı.

Rıza kendi yoksulluğunu görmezden gelir mahallenin oğlanlarına telden arabalar, kızlarına eski çoraplara kuru otlar doldurup bebekler yapardı. Hepimiz Rıza sayesinde oyuncak alamayan fakirliğimizi unuturduk. O yaşında bilmeden bize çocukluğumuzu, hayallerimizi geri verirdi.

Misal mahallede bir çocuk sinemaya mı gitmek istedi, Rıza hemencecik yönetmen oluverirdi. Hazine sandığından gerekli ekipmanlar vazifeye uydurulur, hooop diye mahallede set kurulurdu. Rıza duyduğumuz ama hiç izleyemediğimiz filmlere kafasında bir hikâye yazar, hepimize rollerimizi dağıtır ve kendi filmimizi çekmeye başlardık. Sinemaya gidemediğimizi unutur, filme gitmektense kendi filmimizi çekerken daha çok eğlenirdik.

Biz mahallemizde çok oyun oynar, çok hayal kurar, çok mutlu olurduk. Çünkü Rıza vardı.

Sonra bir gün hepimiz birer birer okuldan döndük ama Rıza aramızda yoktu. Köpekleri beslemek için birazcık geç kaldığı olurdu, başta pek de önemsemedik. Ama zaman geçtikçe hepimiz Rızayı merak etmeye başladık. Sadece biz değildik elbet, Saniye Teyzede meraklandı. Oğlunu kapı önündeki duta yaslanıp bekledi. Rıza gelmedi ama bir polis arabası durdu kapılarının önünde. Donuk yüzlü bir polis indi arabadan Rızanın yakınını sordu. Hepimiz Saniye Teyzeyi gösterdik. Uğursuz haber bir polis arabasından dağıldı mahallemize.

Rıza okul çıkışı yanında bir köpekle yürüyormuş. Yanındaki köpek neyden korktuysa, aniden raylara atlamış. Yaklaşan treni fark edince de dona kalmış raylarda. Trenin köpeğe çarpacağını fark eden Rıza da atmış kendini tren yoluna köpeği kurtarmak için. Bizimki köpeği kurtarmış kurtarmasına ama tren bir bacağının üstünden geçmiş. Hayati tehlikesi yokmuş çok şükür.

Polis memurunun işini bir an önce bitirmeye yeminli duygusuz cümleleri bitince, Saniye Teyze adamın onca anlattığından sadece oğluna tren çarptığını anlamış ve çocuğunun öldüğüne kanaat getirip yeri göğü yırtan bir çığlıkla ağcın dibine yığılıvermişti.

Mahallenin kadınları, suratını tokatlamak, burnuna soğan dayamak, kafasından aşağı su dökmek gibi bilgece yöntemlerle Saniye Teyzeyi ayıltmış, Rızanın ölmediğine ikna edip polis arabasına bindirerek oğlunun yanına göndermişlerdi.

Rızaya tren çarptığını öğrendiğimiz o kara günden sonra mahallede hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Rıza koşarak gittiği okuldan, raylara bıraktığı bacağının yerini tutsun diye, ona verilen koltuk değnekleriyle evine döndü. Raylarda bacağını değil tasasız çocukluğunu, hayallerini ve gülüşünü bırakmıştı aslında. Rızanın geçirdiği kaza ile beraber mahallenin çocukları da bir günde büyüdü sanki. Anne babalarımız gibi ayaklarını sürüyerek yürüyen,omuzları düşük mutsuz küçük insanlara dönüştük.

Pelin..